KALEMİN GÖZYAŞI

Ocak 18, 2007

KARLI BİR GECEDE BİR DOSTU UYANDIRMAK

Filed under: yazarlar — iedebiyat @ 12:11 pm

Benim adım insanların hizasına yazılmıştır.
Hergün yepyeni rüyalarla ödenebilen bir ceza bu.
Keşke yağmuru çağıracak kadar güzel olsaydım
ölüm ve acılar çatsaydı beni
düşüncem yapma çiçekler kadar gösterişli ve parlak
sözlerim ihanete varacak doğrulukta olsaydı.
Anmaya gücüm yetseydi de konuşsaydım
diri-gergin kasları konuşsaydım
‘Kardeşler! ‘ deseydim ‘Kardeşlerim! ‘
‘Bakın yaklaşıyor yaklaşmakta olan
‘Bakın yaklaşıyor yaklaşmakta olan
Bakın yaklaşıyor…’
yazık, şairler kadar cesur değilim
çocukların üşüdükleri anlaşılıyor bütün yaşadıklarımdan
gövdem kuduz yarasalarla birazcık yatışıyor.

Benim gövdem yıllar boyu sevmekle tarazlandı
öyle bir çalımlarla gecenin çitlerinden atlardım
bir güneş sayardım kendimi denizin karşısında
çünkü çam kokularına sürtünüp ağırlaşan ruhların
inanmazdım dosyalara sığacağına
gittikçe ışıldardım dükkanlar kararırken
hüznün o beyaz etrafına sakallarım batardı.

Benim adım bilinen bütün cevapların üstüne mühürlenmiş
ellerim tütsülenmiş
evlerin yeni yıkanmış serin taşlıklarında
dirgenler, bakraçlar, tornavidalar
bende kül, bende kanat, bende gizem bırakmadılar
ve içinden bir baş ağrısı gibi çınlamaktansa
gövdem açık bir hedef kılındı belâlara.
Ve bu yüzden yakışıksız oluyor
insanları hummalı baharlar olarak tanımlamak
ve bu yüzden göğsümde dakikalar
ince parmaklar halinde geziniyor
konvoylar geçiyor meşelikler arasından
bir yaprak kapatıyorum hayatımın nemli taraflarına
ölümden anlayanı ciddi bir yaprak
unutulacak diyorum, iyice unutulsun
neden büyük ırmaklardan bile heyecanlıydı
karlı bir gece vakti bir dostu uyandırmak.

İsmet ÖZEL

Aralık 27, 2006

ANALİZ

Filed under: yazarlar — iedebiyat @ 10:00 am

kendine yağan bir yağmursun benim içimde.
uzun soğukları damla damla kırarsın
ve yüzümde izler bırakarak,
yaşanılır kılarsın bu kenti.

geçtiğini varsayarım sokaklarımdan
ya da, g e ç t i ğ i m i z i…
geçerken kendimizden ve
geldiğimizde kendimize;
bozuk bir şüphenin, verilmeyen öğüdün,
bedelli bir ihanetin
deliksiz gergefinde,
bir geçmişi un-ufak edip,
birbirimizden geçmişiz.

birbirimize söylenecek,
analizsiz bir şarkı boyu
susuşlar kaldı yalnızca.
onları da sustuk mu?

geceyi düş dışında yaşamak,
birbirine ölenlerin sevdasını küçümsemek,
büyümeyi acı çekmekle orantılamak,
aşkın saadetini sonsuzluğunda aramak
ve dönüp baktığımızda ileriye,
ikimizi
yine
aynı
yerde bulmak…

“sen beni hep seveceksin!”

belki aldattığımız olacak birbirimizi
sigaraaltı niyetiyle öncemize aldıklarımız,
aldattırdığımız biz,
on´u geçmeyen yüzlerin birincisi olacağın günlerim
senin bana bağırışların ve soruların
benim sana dürüstlüğüm ve cevaplarım,
bizi
bir
adım
ileriye
götürmeyecek…

her kentte biraz daha kavuşan, her kentte daha çok ayrılan, onca yanmanın ardından aşkın ölümcül sonsuzluğuna kül soğukluğunda ulaşan Aslı ve Kerem´in, çağ ruhları mıyız?
yoksa, biz de unuturduk!
çoktan unutulurduk!
başka aşklarla tamamlardık eksiklerimizi,
başka aşklara bırakırdık büyütülmeyi…

“şimdi” diye başlayan bir cümlenin devrik özneleriyiz.
birbirimizin üstüne devrildik
bunca mesafede.
bunca mesafede,
bunca yol katettik ya,
ölmeyiz artık içimizde…

KAHRAMAN TAZEOĞLU

Aralık 20, 2006

ZÜLEYHA’NIN YUSUF’U

Filed under: yazarlar — iedebiyat @ 8:11 am

hiç olmadığı kadar karanlık ve hiç olmadığı kadar yağmurlu bir gecede Yusuf’u hatırlayan Züleyha,çöle ve ırmağa baktı.Buhur yakma saati çoktan geçmişti tapınakların.Züleyha geçmiş zamanlara ve gelecek zamanlara baktı.Dudağının ucunda kendi hikayesine tanıdık  acı bir gülümseme vardı.

Duy,dedi Züleyha,duy beni ey gelecek zaman,duy beni yazılmış ve yazılacak olan
bütün hikayelerin kadın kahramanları.
Bütün o yaşanmış ve yazılmış olan,
bütün o yaşanmamış ve yazılmamış olan
hikayelerin kadın kahramanları.
kadınlar ve kızlar,
dişil ve doğurgan,
duygusal ve duyarlı olan.
eril olmayan yani,
fethetmeyi değil fethedilmeyi bekleyen kale,daima.

gecenin karanlık koynunda kapılarını açan kent,
en fazla, en fazla bir sandalı koynuna alan deniz.
Durağan
ve çaresiz
ve lekesiz
ve temiz tertemiz.adı tarihe geçmiş ve geçecek
dişil ve doğurgan ,
kadın ve kız olan yani ki
yani ki bütün hikayelerin baş kahramanı olan.

Dünyanın çevresinde döndüğü asıl güneş,çağların gerçek sahibi,gerçek yazıcısı tarihin,
bir anda en güçlü hükümdarları yerle bir kılan
en güçlü kumandanları köle,en zelil köleleri hükümdar kılan,
tutsakları en derin aydınlıkta hür,hür olanı en koyu karanlıkta tutsak kılan,
hükümsüzü birden hükümlüye çeviren,
hükümlüyü birden hükümsüz eden,
Geçer akçeleri geçmeze,geçmez akçeleri geçere dönüştüren saklı ve gizli bir el.
ama güçsüz,
çünkü daima ödeyen ve ödenen bedel .
Duyun beni geçmiş ve gelecek zamanları bütün hikaye kahramanı kadınları
ve hikaye kahramanı olmayan kadınları.

bir ben gibisi olmayacak aranızda,
hiçbirinize benzemediğim kadar hiçbiriniz benzemeyeceksiniz bana.
Hepiniz düz yollarda,sakin ve güvenli bir yaşamın koynundasınız,
bense derin ve karanlık bir kuyunun başındayım.
Fethedilen değil fethe kalkışan olarak  kalacak geçmş ve gelecek zamanlarda adım.
acım acınızdan,
gücüm gücünüzden çünkü çok daha fazla
aşk benim hakkım,
aşkın,hakkımız olmayanı istemek anlamına geldiğini bildiğimden bu hak ediş,
çünkü bu aşk benim yazgım,
çünkü kutsal kitaplarda zikredilecek benim adım,
Yükselmek için düşmek,arınmak için kirlenmek,
çıkmak için batmak lazım.

Yeniden doğmak için ölmeli insan bir kerre,
Ruh olmak için teni yakmalı kadın
ve suyun serinliğini bilmek için ateşe düşmeli kadın.
Vurucu,kavrayıcı ve kuşatan,
durmayan,koşan,
böyle yazılmış benim yazgım,
kutsal kitaplarda böyle geçecek adım,
yazgıma ben nasıl başkaldırırım?

Hanım hanımcık ol,böyle denecek Leyla’ya.Ve o da öyle olacak.Çöle düşen Mecnun,Leyla değil.Leyla ağlamak için bile bahane bulmak zorunda.Ben öyle miyim ya?

Şirin’in bahtına düşen,uğrunda dağlar delinen olmak olacak,dağları delen değil.Suyu bulmak Ferhad’ın bahtı.

Aslı,en fazla bir ah,felekleri tutuştursa da.Açılıp kapanan düğme aslı boyundan ayağa.Yanıp küle dönmek Kerem’in hakkı olacak.

Ben Aslı gibi miyim ya?
Evli evinde,yerli yerinde,
bana yazılansa,benim alnıma,Yusuf’un gömleğini yırtmak boydan boya,
nasıl karşı çıkarım yazgıma?
Adım,
ey geçmiş ve gelecek  zamanların
dişil ve doğurgan,duygusal ve duyarlı,
hanım hanımcık,durağan,
ve çaresiz
ve lekesiz
bütün hikaye kahramanları.
Adım adınızla birlikte anılsa da,
dağlar ıramaklar arasında,
gökler ve yer arasında olduğu kadar mesafe oacak adımla adınız arasında.

Siz,yazgınızla iffetli,
çaba harcamayacaksınız eteğinizdeki çamuru akıtmaya.
Ben yazgımı yükleneceğim önce
sonra yazgımdan iffeti çıkaracağım.
Bu yüzden Yusuf’un arkadan yırtılan gömleğinden
Züleyha’nın önden yırtık eteğine kadar uzanacak yolum,adım adım,
AŞK BENİM HAKKIM.

nazan bekiroğlu

Eylül 22, 2006

PARTİZAN

Filed under: yazarlar — iedebiyat @ 2:32 pm

Gırtlağımda bir harf büyüyor
buna dayanacağım
dişlerim kamaşıyor yıldızlardan
buna da.
Kabaran bir çarpıntı oluyor şehir.
Artık yırtarak açtığımız zarflarda
ne kargış ne infilâk
yalnız
koynunda çaresiz, çıplak
isyan işaretleri taşıyan
bir ergen cesedi.

Kabaran bir çarpıntı oluyor şehir
uyusam bir dağın benimle uyuduğu oluyor
her gün şehrin ortasında bir ergen ölüyor
domuzuna ölüyor bankerlere durarak
noterden onaylı kâğıtlara durarak
mevlit ilanlarına durarak.
Yunmadık saçlarını okşuyoruz, yavrum.
—Yüzümüzde dolanan bir mayhoş kahkaha-
Gırtlağımda bir harf büyüyor
gırtlağımızda.

Sarp bir güvercin düşüyor yüreğimden
buna dayanmalıyım
ölünce bir partizan gibi ölmeliyim
sabahın kuşluk vaktine savrulan
savrulan savrulan ergen ölüleri gibi.
Şehrin şarkısını söylediğim zaman
yağız bir kımıltı oluyor sesim
korku ve cüzam
korku ve cüzam
korku…
Ne beklenebilir artık namlulardan.
Harçlar karılmış duruyordur
hem de kara
bir gerdek olarak yaşıyoruzdur kendimizi
ne beklenebilir.

Yırtarak açtığımız zarflarda
büyük tecimevlerinde, büyük çarşılarda
pokerde-sinemada-genelevlerde
ne bir suçlu çağrışımı, ne karabasan
yalnız o herkesler
o herkesler kendine akarak boğulanve sürdüren bir güleç kocamışlığı.
Bereketli kuşlar serpeceğim ayaklarıma
genzimi yakarak
bir cinayet türküsü söyleyeceğim ben de
ölürsem bir partizan gibi öleceğim
azgın bir gebelik halinde.

Beni dinmeyen bir mavilik kanırtıyor
buna dayanamam
bir çeteci dişleriyle söküyor kanımdaki çiviyi
buna da.
Radyodan silâh sesleri geliyor
ter kokusu geliyor, ayak
aksayan bir şey örtüyor
yüreğimin kabzasını
olmadık sesler geliyor radyodan
beynimde korkunç bir vida olarak
ergen ölüleri
artık ellerimi bu rahlelerden ayırsam
boyunbağımın ve gülüşümün o kirli
rahatlığından, yırtık uğultusundan şehrin.

Umudunun ayak seslerini okşuyoruz, yavrum.
Kuşandığımız
bu alkol kokusu bize ne getirdi ki!
ÇIKSAM
gök
şarlayarak devrilse ardımdan
-ölürsek bir partizan gibi ölmeliydik-
yürüsem parçalanmış bir ceset tazeliğinde
yürüsem beynimde kıpkızıl bir serinlik
sonra denizler devirebilirim dudaklarımdan
sonra aşk, sonra dirlik: partizan.

ismet özel

SEVGİLİM HAYAT

Filed under: yazarlar — iedebiyat @ 1:07 pm

Sevgilim Hayat

Yüzüme bak
ve yüzümü hırpala
yüzümü değiştir, dağlı bir anlatım bırak
sen
her hafta oğlunu leğende yıkayan hayat
yaban, diri memelerinden ısırmak
dudaklarındaki tuzu dudaklarıma almak için
çok oldu tepelere vurdum kendimi
bulutlara karıştım ve karanlık kahvelerde
tıraşı uzamış adamlardan
huylarını öğrendim senin.

Mahmur bir tohumdun delikanlı bağrıma.
Ve hatırlıyorum lokavt vardı
bezgin fabrika düdüklerinin
dizlerine yatırılmış olan sabah
senin kalbini kakışlardı.
Tomarla muştuyu omuzlayarak genç adamlar
polisin sevmediği genç adamlar sokaklarda
patronları kudurtan gazteler satarlardı.
Ey şehre başaklar:
militan ruhlar ekleyen hayat!

Gün turuncu bir hayalet gibi yükseliyorken
izmarit toplayan çocukların üstüne
çekleri imzalanıyorken devlet katlarında faşizmin
bacımı koyvermiyorken şizofreni,
yüzüme bak
ve rahmini bana doğru tekrarla
ben öyle bilirim ki yaşamak
berrak bir gökte çocuklar aşkına savaşmaktır
çünkü biz savaşmasak
anamın giydiği pazen
sofrada böldüğümüz somun
yani ıscacık benekleri çocukluğumun
cılk yaralar halinde
yayılırlar toprağa
etlerimiz kokar
gökyüzünü korkutur

çünkü biz savaşmasak
Uzak Asya’dan çekik gözlerimiz
Küba’dan kıvırcık sakallarımızla
savaşmasak
güm güm vurur mu kömürün kalbi Kozlu’da
Ke Şan’da, Kandehar’da ümüğüne basılır mı vahşetin
ve sen boynunu öperken beni sarhoş
bir okyanusla titreten hayat
sevgilim olur musun.
Ben savaşarak senin
bulanık saçlarından tutup
kibirli güzelliğini çıkartıyorum ortaya
dünya
kirletilmez bir inatla dönüyor
altımıza yıldızlar seriliyor
yüzüm suya davranıyor koşaraktan
ve inzâl.  

İsmet ÖZEL

Eylül 7, 2006

MUHASEBE(Necip Fazıl KISAKÜREK)

Filed under: yazarlar — iedebiyat @ 9:54 am

Ben artık ne şairim, ne fıkra muharriri!
Sadece beyni zonklayanlardan biri!
Bakmayın tozduğuma meşhur Babialide!
Bulmuşum rahatımı ben bir tesellide.
Fikrin ne fahişesi oldum, ne zamparası!
Bir vicdanın, bilemem, kaçtır hava parası?

Evet, kafam çatlıyor, güya ulvi hastalık;
Bendedir, duymadığı dertlerle kalabalık.

Büyük meydana düştüm, uçtu fildişi kulem;
Milyonlarca ayağın altında kaldı kellem.

Üstün çile, dev gibi geldi çattı birden! Tos!!
Sen cüce sanatkarlık, sana büsbütün paydos!

Cemiyet, ah cemiyet, yok edilen ruhiyle;
Ve cemiyet, cemiyet, yok edilen güruhiyle…

Çok var ki, bu hınç bende fikirdir, fikirse hınç!
Genç adam, al silahı; iman tılsımlı kılınç!

İşte bütün meselem, her meselenın başı,
Ben bir genç arıyorum, gençlikle köprübaşı!

Tırnağı en yırtıcı hayvanın pencesinden,
Daha keskin eliyle, başını ensesinden,

Ayırıp o genç adam, uzansa yatağına;
Yerleştirse başını, iki diz kapağına;

Soruverse: Ben neyim ve bu hal neyin nesi?
Yetiş, yetiş, hey sonsuz varlık muhasebesi!

Dışımda bir dünya var, zıpzıp gibi küçülen,
İçimde homurtular, inanma diye gülen…

İnanmıyorum, bana öğretilen tarihe!
Sebep ne, mezardansa bu hayatı tercihe?

Üç katlı ahşap evin her katı ayrı alem!
Üst kat: Elinde tespih, ağlıyor babaannem,

Orta kat: (Mavs) oynayan annem ve aşıkları,
Alt kat: Kızkardeşimin (Tamtam) da çığlıkları;

Bir kurtlu peynir gibi, ortasından kestiğim;
Buyrun ve maktaından seyredin, işte evim!

Bu ne hazin ağaçtır, bütün ufkumu tutmuş!
Koku iffet, dalları taklit, meyvesi fuhuş…

Rahminde cemiyetin, ben doğum sancısıyım!
Mukaddes emanetin dönmez davacısıyım!

Zamanı kokutanlar mürteci diyor bana;
Yükseldik sanıyorlar, alçaldıkça tabana.

Zaman, korkunç daire; ilk ve son nokta nerde?
Bazı geriden gelen, yüzbin devir ilerde!

Yeter senden çektiğim, ey tersi dönmüş ahmak!
Bir saman kağıdından, bütün iş kopya almak;

Ve sonra kelimeler; kutlu, mutlu, ulusal.
Mavalları bastırdı devrim isimli masal.

Yeni çirkine mahkum, eskisi güzellerin;
Allah kuluna hakim, kulları heykellerin!

Buluştururlar bizi, elbet bir gün hesapta;
Lafını çok dinledik, şimdi iş inkilapta!

Bekleyin, görecektir, duranlar yürüyeni!
Sabredin, gelecektir, solmaz, pörsümez Yeni!

Karayel, bir kıvılcım; simsiyah oldu ocak!
Gün doğmakta, anneler ne zaman doğuracak?

YÜRÜYELİM SENİNLE İSTANBUL’DA(Nurullah GENÇ)

Filed under: yazarlar — iedebiyat @ 9:46 am

kırmızıyı sevdiğini bilseydim hayallerim kıpkırmızı olurdu
istanbul halâ güneşin ardında
ufuklarında birkaç kara leke birkaç kan pıhtısı dudaklarında
istanbul hâlâ sevimli mi sevimli
ve hâlâ bir tomurcuk tadında
yürüyelim seninle istanbul’da
korkusuz bir rüyadır bekler bizi Beykoz’da,
Üsküdar’da birkaç kuğu, birkaç mahzun kuştüyü
yenilgisiz bir muamma gibidir
arar buluşamayan ellerimizi
deli rüzgâr yine sarhoş, hovarda Cam orada,
Çamlıca yokuşunda birkaç bulut çekelim gökyüzünden
damarlarımızdan geçirelim ve birden bırakalım suların üzerine
sen bir defa konuş, sen bir defa gül
kumlu ebrular yapalım seninle serpmeli ebrular,
bülbülyuvası hercâîmenekşe, gonca ve sümbül
yüzün bir ay gibi parlarken gecenin ortasında
yürüyelim seninle istanbul’da
boğaziçi mağrur türkülerini gözlerine baka baka söylesin
martılar üşüyünce denizin sıcağında bulsunlar kalbimizi
anlayabilir misin neden çıban gibi büyür bağrımda
büyür de kelebek olur bu sızı
kırmızıyı sevdiğini söyledin
bu yüzden mi
günlerdir istanbul’da gül kokusu yayılan tepeler kırmızı, sular kırmızı
istanbul bilmeli ki,
sahillerine mehtabı taşıyan senin bakışlarındır
istanbul bilmeli ki, limanlardan gemiler önce senin yüreğine açılır
uzaklarda bir yerde
toprağı öpmek için eğilen bahçıvanın parmaklarında
hüzün sana doğru akan nehrin ağlayan suretidir
bir elimizde umut bir elimizde sevda
yürüyelim seninle istanbul’da
musikî kesilsin,
tükensin yazı çaresiz kalınca mızrap
ve şiir
ozan bir kenara bıraksın sazı
ressam fırçasına
neden mi kızgın tuvalde çizgiler,
renkler kırmızı
kırmızıyı sevdiğini bilince çekilir mi artık güllerin nazı
Anadolu kavagı’ nda her akşam
burcu burcu bir rüyadır hayalin
karanlık, hüznünü düşürür dağa
kuşlar kanat çırpar,
yıldızlar ağlar
endamın her sabah iner toprağa
hasret,
yalnızlığı çoğaltan deniz
ayrılık acıyla süzülür kandan
nefesin fermandır
Topkapı Sarayı’nda dönüşünü bekliyor
rıhtımda şehzadeler öylesine yorgun,
mahzun ve candan
istanbul bir yanımda, sen bir yanımda
uykusundan uyanınca fırtına
dalgalar türkümüze âşinâ olur
yüzümüze bakınca deniz fenerleri
sahibini arayan gemilerin çığlığıyla vurulur
tarih heyelandır hainlerin ardında
istanbul tarihin soylu anası
biz bu yürüyüşü çiğdemlerden almışız
sevdayı kız kulesinden
yalıların burukluğu altında geçiyoruz sokaklardan delice
anlayabilir misin
Beyoğlu’nda gezinen hayal kırıklığının benden türediğini
anlayabilir misin
kırmızı neden böyle doldurur aynalara inleyen yüreğimi
sana giden yolların kavşağında
bir adam direniyor izini bulmak için
siliyor tanyerine akan alın terini
ufkunda sapsarı umudun rengi
mavi yitik, beyaz kızgın
ve siyah arıyor sessizce kaybolan günlerini
Gülhane’ de simit satan çocuklar
nasıl anlasınlar ellerimizin neden böyle çekingen olduğunu
Ayasofya önünde tramvay bekleyenler
gökyüzüne dokunurken
bu acı kimdir diye sorsunlar içlerinden
birlikte yürüyen iki yabancı
biz gitsek de,
istanbul’ da yine de yıllar yılı gezinmeli bu sızı
benden bir yaralı şiir kalmalı senden bir tebessüm, bir de kırmızı…

GELMEDİN(NURULLAH GENÇ)

Filed under: yazarlar — iedebiyat @ 9:39 am

Gelmedin; son hayalde yanıp yanıp kül oldu
Bu deruni kavgada kırılan gönül oldu
Şimdi menziller elem; yürek duman; sine çak
Devleri mahkum eden hayatım şimdi helak
Gelmedin;yıldırımlar düştü hülyalarıma
Nasıl kıydın be zalim, masun rüyalarıma
Sana doğru her adım  neden hep ölüm sunar
Seni her andığımda, renk solar, desen yanar

Hangi rüzgar sabırla böyle koşar ardından
Hangi el nakış nakış gergef dokur ardından
Susarsam, anlatır mı seni göklere tarih
Bensiz olur mu sabah, güler mi kara talih
Gelmedin, koptu zincir; parçalandı anılar
Sardı bütün ruhumu tükenmeyen ağrılar
Kalbimin pembe köşkü harab oldu; gelmedin
Bahçesinde açan gül turab oldu; gelmedin
Bil ki, kıyamet kopsa bu ateş sönmeyecek
Heyhat!… şair mehtaba bir daha dönmeyecek

Eylül 4, 2006

KİMSELERE DİYEMEDİM

Filed under: yazarlar — iedebiyat @ 10:31 am

    

Kimselere diyemedim…

SENAİ DEMİRCİ

Öyle çok pazarlık ettim ki Seninle ey Rabb’im. Sen çağırınca, kendime ayırdığım vakitlerden çalındığını düşündüm. Ezan okununca, sevdiklerimle geçirdiğim zamanların azalmasından korktum. Vakit girince, içim “cız” etti hep. Odamdan uzaklaştım, bıraktım işimi, bozdum keyfimi; öylece namaza durdum. Ayak diredim, “az sonra kılsam da olur!” dedim. “Az sonra”larım “çok sonralar”a döndü, geç kaldım, geç kalmaktan utanmadım. Sonunda ayaklarımı sürüye sürüye vardım huzuruna. Pazarlığımı vaktin daralmışlığını bahane ederek yeniden ileri sürdüm. Kaçıyordu namaz ya; o yüzden çabucak kıldım, selam verdim, hemen kalktım, rahatladım. Oysa rahatlığı Sana borçluyum. Ağrımayan her bir dişim kadar huzur borçluyum Sana. Damarlarımın her bir noktasında pıhtılaşmayan kanım kadar sükûnet borçluyum Sana. Tenimin kaşınmayan her bir noktası kadar rahatlık borçluyum Sana. Dişlerim ağrıyacak olsa her biri için harcayacağım zaman Senin. Kanım pıhtılaşıp damarlarım tıkanacak olsa, her defasında ızdırap ve korkuyla geçireceğim saatlerin hepsi Senin. Tenim her noktasında yırtılacakmış gibi acıyacak olsa, kendi kendime dar geleceğim huzursuz günler Senin.
Gün oldu; usandım. Sabrımı tükettim; tükendim. Kendimi yontmaya heveslendim. Benden istediğin zamanı çok gördüm. Benden istediğini, benim için istediğini bile bile, huzurunda huzursuz durdum. Fazla buldum namazın rekatlarını; kısaltmak için bahaneler aradım. Günümü delik deşik etmeni, işimin arasına kesintiler sokmanı, hayatımın ortasına duraklar koymanı, uykumu bölmeni lüzumsuz gördüm. “Beni bana bırak!”larla durdum huzuruna; içim başka bir yerlerin türküsünü söylerken, ben seccadende, belki sadece bedenimle, mıhlı kaldım. Oysa Sen, dileseydin dar edebilirdin zamanı bana! Bir uçurumun dibine savrulmuş bir arabada çaresizce Sana yalvartıyor olabilirdin beni. Korkulu bir savaşın orta yerinde ateş ve kan kusan bombaların altında günümü de, işimi de, uykumu da, hatta rüyalarımı da delik deşik etmelerini takdir edebilirdin. Düşmeyen bombalar kadar, uçuruma savrulmayan arabalar kadar genişlik borçluyum Sana.

İçten pazarlıktı benimkisi. Öyle içten ki kendime bile söyleyemedim. Gözlerimle birlikte gönlümü de secdene kilitlemeyi çok gördüm. Kendimi sıfırlamayı, benliğimi hiçe indirgemeyi beceremedim. Ensemde kaderin sıcacık nefesini hissedecek o teslimiyetin vadisine inemedim. Acelem vardı; alnımı koyduğum gibi kaldırdım seccadeden. Bütün benliğimle aşağı inemedim. İşim vardı, secdemi işime zaman kazandım. Secdeye kalbimi de sığdırmaya çalışmadım. Uykum vardı, secdemi sığ bırakıp uykumu derinleştirdim.

İtirafımdır: Bencilliğimi de sırtıma alıp rükûlarda eritemedim. Bedenim eğilirken huzurunda, “emrolunduğum gibi dosdoğru olma”nın ağırlığını sırtıma almayı erteledim. “Sırası değil!”di; “hele dur; sonra da olur!”du. En Sevgili’ni bir gecede ihtiyarlatan emri üzerime alınmadım.

Sen dileseydin, çocuğumun cılız nabızlarının eşliğinde, loş ve neşesiz bir yoğun bakım odasında, gözümü de gönlümü de, umutsuzca, çaresizce, ürpertiyle, korkuyla bir monitörün ekranına kilitleyebilirdin. Dileseydin, yeryüzünün sükûnetini bir anda kesip, küçücük bir duvar kıpırtısının gölgesinde, mini mini bir sarsıntının beklentisi içinde saçlarıma aklar düşürebilirdin.

İçten pazarlık mı denir buna? Sen bilirsin Seninle ettiğim pazarlığı. Kendime sakladığım ve hatta kendimden de sakladığım sır bu. Dilime bile değdirmekten korktuğum, ağzıma almaktan utandığım öyle bir sır işte. Fısıldaması bile acı veriyor ya… Meselâ, uzayınca Fatiha, uzayınca sûre, heceler sanki özgürlüğe giden yolu taşlar gibi kestikçe, “bitmez şimdi bu namaz!” dediğim çok oldu. Ama içimden. Kimseler duymadı.

Bir Sen duydun beni ey Rabb’im. Sırrımı bir Sen bildin. Kendimi lüzumsuz hissederken seccadenin üzerinde, dudağım anlamına yetişemediğim kelimeler için oynarken, Sen beni söylediğimden fazlasıyla duydun, söyleyemediğimi de, dile getiremediğimi de bildin. Ruhumu alıp uzaklara gittiğim halde, bir bedenimi bıraktığım halde huzurunda, kovmadın beni, yakınlığında tuttun.

İtirafımdır; öyle anlatıldığı gibi özleyebilmeyi beceremedim henüz namazı… “Aradan çıkarmaya çalıştığım” oldu namazı. Geçiştirdim namazı. Bir “sorun”du çözdüm, hallettim. Selam verip sonra yaşamaya başladım… Yaşamayı namazın içinde aramalıydım. Namazı yaşamanın içine sızdırmalıydım oysa. Bilemedim.

Kafa tuttum, ayak diredim, pazarlık ettim; ama Sen utandırmadın, yine yine yine huzuruna aldın beni. Her secdede rahmetinle okşadın alnımı. Her rükûda “aferinler” fısıldadın gönlüme. Her vakitte yeni bir sayfanın aklığına çağırdın ruhumu. Yüzüme vurmadın. Azarlamadın. Aşağılamadın. Hepten umut kesmedin benden. Yok saymadın. Utandırmadın.

Pazarlık ettiğimi Seninle bir Sen bildin ey Rabb’im. Kimselere söylemedin. Sırdaşım Sensin, bir Sana açabilirim içimi, bir Senin beni ayıplamandan korkmam. Ben işte böyleyim; yine “bana ait”lerin hesabındayım. Başka kime söyleyeyim? Başka kimin anlayışından medet umayım?  
 

Ağustos 9, 2006

İSMET ÖZEL

Filed under: yazarlar — iedebiyat @ 1:35 pm

Sonraki Sayfa »

WordPress.com'da ücretsiz bir web sitesi ya da blog oluşturun.