KALEMİN GÖZYAŞI

Kasım 16, 2006

SEVGİLİYE

Filed under: Divan edebiyatı — iedebiyat @ 10:04 am

MİHRABIM!…
Mihrabım’a uğra saba yeli,huzuruna varıp edeple,selamımı ilet,heceler yarım yamalak,heyecanlar salkım saçak…
‘’Ant olsun kuşluk vaktine…’’,kuşluk vakti onun gönlündeki vahyin ışığıdır,ve ışıklar nurunun aşığıdır.
‘’Geceye ant ederim ki…’’,O’nun saçlarını kıskanmaktan gecenin bağrı yanık;gece yarısı hasretle uyanıktır.
‘’Güneşe ant olsun…’’ondan daha kutlu bir faniyi hiç izlemedi ve yer ondan daha kıymetli bir hazineyi hiç gizlemedi.
Ahmet!…gönüller gıdası,ruhlar şifası…gözlerin feri,şerefin zaferi…dudağının değdiği bir güle bin can feda Ahmet,eline değmiş bir ele cihanca cihan feda!
IŞIĞIM!…
Göz kırpasıya Burak’ınla vardığın yere bin yılda varamazken berk uran melekler,nasıl aşkına dönmesin zeminler ve zamanlar,nasıl tutulmasın burçlar ve felekler.
Sen var iken kıblem,gök ile yerin arasında hangi varlığa adansın ya emekler,ya hangi renk ile iltica etsin çiçekler?
Cemalini gören aşık,görmeyen aşık iken nurun,gamzene rüyada olsun ermesin mi tennure kelebekler?

GÜNAYDINIM!…
Tohum versen de bize mahsul olabilseydik,kanat olsan da bize katına varabilseydik.
şarkıların ürperdiği şebnem avuçlarında Medine rüzgarlarının ışıltılı kumlarınca yanabilseydik,sana kanabilseydik.
bir kez olsun aşkınla döktüğümüz gözyaşlarından abdest alabilse ve denizine ve bir kez olsun dalabilseydik,ya denizinde kalabilseydik.
Himalayalar kadar kara yüzümüzü kara yerlere salabilseydik;bağından razıye ve marziye ilhamlar alabilseydik!

SEVGİLİM!…
Kutlu gelişine yüz bin selam olsun,sen aydınlık içinde aydınlık,sen açıklık içinde açıklıktın.seninle sevgiler sevgili olu,seninle muhalimiz hale dururdu.
mühürleri kaldırmada son idin sen,can kilitlerini açmada sonuncu,gülümsesen.seni görenlerin güneş düşerdi gözünden,seni sevenlerin ışık yayılırdı
yüzünden.birer efsaneydi iki yanağın;hayal ile hatıra eleğim sağmalarıyla karanın ve ağın.

SULATANIM!…
Adına altınlar bastıran sultanlar şehirler alırdı,şimdi şehirleri düşüyor adınsız sultanların,adını gizli anıyor aşık-ı nalanların.
Kulluk prangaları çözülünce ayağımızdan,azad oldu zülfünün zenciri solumuzdan ve sağımızdan.
Ashabının kara kerpiçte gözsüz gördüğünü,biz cilalı aynalarda yitirdik ve yaptık düğünü.
Tedavisinde hayat bulmuş hekime düşman hasta gibiyiz,mürebbisine kin güden çocuklara hasta gibiyiz.
İnsanlık güneşe nisbet zulmete döndü,balıklar suya öfkelendi,kuzgun ete döndü;bahtımız hasrete döndü.

HASRETİM!…
Gümüş tenli Yusuf’u arayanlar gül teninde Yusuflar ülkesine girdiler;cennet peşinde koşanlar gül cemalinde cennetlere erdiler.
‘’Körün elinden tutana Hak’tan yüzlerce ecir vardır!’’buyurmuştur.
kıyam et,tut körlerinin elinden ve israfilleyn kıyametten evvel bir kıyamet kopar.
Yıllar yılı kendi yatağını öpen nehirlerce ak ezeli özlemlerimizin yokuşlarına ve öğüt,yine öğüt, yine öğüt aşk tanelerimizi değirmenlerinin nakışlarına.

ÖVÜNCÜM!…
Ruhlarımızdan kuşluklar geçti,gün geçti…akşam oldu,düğün geçti…ve gece olmadan,Yesrib’in güneşi,kerem kıl,tüllenen hayallerimize bir huzme bıraksın himmetin ve artık getirdiğin kutsal emanetin kaybolacağından korkmasın ümmetin!
Kalbimizi kaydırmadan,bize onu haşre dek baki kılma ruhsatı ver ve yalın unutuşların poyrazında bırakıp bizi bir başımıza,belleklerimizin tereddüt dolu zembereklerinde kıvrandırma yeter.
Gel,son kez ilk baharımız ol!.bu mevsim güller incitilmesin,gamküsarımız ol!..

ÖMRÜM!…
Taha ve Yasin aşkına…
Öncesinde Senin aşkın yoksa neye yarar ölüm.

İSKENDER PALA

Ağustos 9, 2006

AŞK… EZELDE BİR MERHABA İDİ; HÂLÂ Kİ ODUR…

Filed under: Divan edebiyatı — iedebiyat @ 11:55 am

Fatih’in veziri olan şair Ahmet Paşa bir beytinde, aşkındaki sadakati ve tutarlılığı anlatabilmek için,

 

“ Cânıma bir merhaba sundu ezelde çeşm-i yâr

 

Şöyle mest oldum ki gayrın merhabâsın bilmedim”

 

deyiverir. Kolay bir söyleyişe göre çok güçlü bir hayal!.. Öyle ki Ahmet Paşa hakkında tezkirelerin “Türk şiirine parlaklık ve güzelliği ilk o vermiştir.” hükmünü doğru çıkartır. Günümüz diliyle şöyle demek: “Ezel gününde sevgilinin gözü bana bir merhaba lûtfetti. O gün bu gündür, o bakışın mestliğiyle başka birinin merhabasını hiç tanımadım.”

 

Aşk… Kainatın yaratılış vetiresini, özünü ve esasını oluşturmak bakımından başlangıcı ezel gününe dayanan ve ebede kadar süreceğinde şüphe bulunmayan macera… Gönülleri terbiye eden, ruhlara derinlik katan, dimağlara yükseklik veren bir hüzün ve neş’e. Varlıkla birlikte var olan, ve varlıkta en son yok olacak olan. Başlangıcı ta ezel gününde; şöyle: Kur’an’da anlatılır ki (Âraf, 171-172) Allah, dünyada hiçbir şey yok iken, hatta dünya yok iken ruhlar âlemini yarattı. Orada bütün ruhları bir araya toplayıp sordu: “Elestü bi-Rabbikum?” Yani, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” Ruhlarımız bu soru karşısında “Kâlû: Belâ!” Yani “Dediler ki; -Evet (şüphesiz Sen bizim Rabbimizsin)”. Bu meclis (ezel bezmi, elest meclisi), varlığın ilk toplantısı idi ve bütün ruhlar orada birbirlerine şahit tutuldular; ta ki dünyaya geldikleri vakit, bir bedene girdikleri, ete kemiğe büründükleri vakit bu sözlerinden dönmesinler… Dönenler olursa, o mecliste rahmet ve merhametiyle kullarına muamele eden Rab Taala’nın rahmet ve merhamet çizgisinin dışına itilsinler…

 

Ezel bezmi öyle bir meclis idi ki, orada yan yana olanlar, yakın olanlar, birbirlerini görenler, birbirleriyle konuşanlar; bu dünyaya geldiklerinde de birbirleriyle yan yana ve yakın olur, buluşur veya konuşurlar. İnsanlar arasındaki çağ farkları, uzaklık ve yakınlıklar ile biganelik ve âşinalığın temeli işte o ezel gününe dayanır. Bu durumda dünya, ezelde kader olarak yazılanın vuku bulduğu (kaza) bir duraktır; o kadar. Bu durakta aşkın ve âşıkın nasîbi de ezel günündeki durumuyla bağlantılı olarak bu dünyada görünürlük ve yaşanırlık kazanır. Bu durumda ya Hüsn ü Aşk yazarı Galib Dede’nin benzetmesiyle dünyaya ait desenleri ve çizgileri olan kader kumaşları ruhlarımız arasında bölüştürülürken âşıka da sevgi hissesi olarak terzilerin makas artığı kırpıntılar misali paramparça olmuş bir kalb düşecek veya yukarıda Ahmet Paşa’nın dediği gibi âşık, ezel gününde öyle bir çift göz ile karşılaşacak ki aşktan pay almayı, veya aşktan gayrı pay almayı unutup dünya hayatını öyle yaşayacaktır. Söylediğine göre Ahmet Paşa, ezel gününde henüz ruhlar alemindeyken, güzellerden bir güzel, kendi güzelliğinin farkında olarak (istiğna halinde) göz süzüp de kendisine âşık ararken, gözleri bir an, yalnızca bir an, Ahmed’in canına da değip geçmiştir. Aşk adına Ahmed’e ne olduysa işte o bir an içinde olmuş ve o güzellik karşısında mest ve hayran düşüp kendini kaybedivermiştir.

 

Bu öyle bir mestliktir ki aradan milyonlarca yıl akıp giderek dünya kurulacak; Adem yaratılıp yine on binlerce yıl insanoğlu dünyada ezel macerasını sürdürecek, nihayet Ahmed’in ruhu da bir beden ile dünyaya geldiğinde hâlâ ezeldeki o sarhoşluğu geçmemiş olacaktır. Bunun diğer yönden okunuşu, Galib’in dediği gibidir ve Ahmet, ezel gününde gördüğü güzelin aşkını kendisine zoraki kader edinerek dünyayı da onun uğrunda her türlü belalara, sıkıntılara, ayrılık acılarına vs. katlanarak mest ve hayran yaşayıp gider. Yani ki aşkında bu derece sadakat ve doğruluk, tıpkı ruhların Allah’a verdikleri söz gibi bir ağırlık ve sorumluluk taşır. Ta ki âşık, ruhlar meclisinin sözünde duran yegane kişisi olabilsin. Öyle ya hemen hepimiz o gün verdiğimiz sözü çoktan unutmuş, kendimize (masivadan, paradan, ihtiraslardan, gururlardan, maldan, mülkten vs.) yüzlerce tanrılar edinmiş durumdayız. Oysa âşık ezelde verdiği aşk sözüne sadakatle sarılmış, aşkın bunca ayrılık belasına da katlanarak âşıklıkta bir gömlek daha derece kazanmanın yollarını aramaktadır. Aşkın belası öyle bir tatlı bela ki, ezelde başlamış olup ebede kadar uzanacaktır. Nitekim ruhlarımız, “Elestü bi-Rabbikum?” sorusuna karşılık olarak “Evet” anlamına gelebilecek pek çok kelime arasından “bela”yı seçmiştir. Kul, belayı kendisi istemeyince Allah neden versin ki?!.. Velev aşkın belası da olsa!..

İskender PALA

Ağustos 4, 2006

HÜSN Ü AŞK’A DAİR

Filed under: Divan edebiyatı — iedebiyat @ 11:48 am

“Hüsn ü aşk”ta biz, iki asli unsur görmekteyiz:

1. Tasavvuf ve tasavvuftaki “seyr ü sülûk”;
2. O zamana dek yazılan mesnevi tarzındaki hikayelere üstünlük cehdi.

Tasavvufta, bilhassa Melamet yoluna gidenlerce aşk, insanı, sevilen kişiden, bütün sevilenlerde cemalini, güzelliğini gösteren, bütün sevilenlerde görünen tek sevgiliye, kesretten vahdete, ferdden topluma ve nihayet şehvetten istiğraka, kendinden geçişe götüren en kudretli bir vasıtadır; bu bakımdan  mecazi, yani tatmin sonucu geçen ve bir sevgiliye duyulan aşk da, gerçek aşka bir köprüdür. Gerçe aşksa, önce zuhura, yani güzellere, sıfat ve eserlere, mazharlara taalluk ederken yavaş-yavaş, güzelliğe, zata taallukeder ve aşık, kendisini, maşukta yok eder; aşıkın, maşukun bir tecellisi olduğu tahakkuk  edince de aşk yok olur ve vahdet belirir.

Bu, ikiliğin birlik, kesretin vahdet  olduğunu, oluş halinde meydana çıkarır. Manevi yolculukta, gayret, yani  mücahede, insanın eşi-dostudur; varlık aleminden yokluğa, varlıkların, Gerçek  Varlık’a, Hakk’a nispetle izafi olduğunu bilmeye, bu bilgiyi buluş ve oluş haline  getirmeye vasıta, manevi mücahededir. Salikin uğrayacağı vehimden doğan  bütün sıkıntılarda, ayak sürçmelerinde ona, mürşidin sohbeti yardımcı olur.  Galib, bu manevi yolculuğu ve nihayet varılacak makamı, bu eserinde, cidden  çok güzel ve tam bir şiir havası içinde anlatmış ve duyurmuştur.

Edebiyatımızda teşhis esasına dayanılarak yazılan ilk mesnevi,  Yunus Emre’nin “Risalet’ün Nushiyye”sidir; ondan sonra Nev’i, “Hasb-i Hal”ini bu  tarzda yazmıştır; Nev’i’den Galib’e kadar bu esasa dayanılarak yazılmış bir  mesnevi yoktur diyebiliriz. Hamse şairlerinin yazdıkları mesnevi tarzındaki  hikayeler, umumiyetle ya klasikleşmiş hikayelerdi; yahut Atai’de olduğu gibi  gördükleri, duydukları  şeylere dairdir; Taşlıcalı Yahya, biraz bu yola düşmüş  sayılırsa da “Hüsn ü Aşk” gibi bir esere rastlanamaz; bu bakımdan, kendisinin  de dediği gibi o genci (hazineyi), Galib açmış ve tüketmiştir.

Eseri, zamanına kadar yazılmış manzum ve mesnevi tarzındaki  hikayelerle, üstünlük, orijinalite bakımından karşılaştırırsak gene sonuç,  Galib’in lehinedir. Sevgi oğulları kabilesi anlatılırken,

Hargehleri dûd-ı âh-ı hırmân
Sohbetleri ney gibi hep efgan
Her birisi bir nigâra urgun
Şemşir gibi dehanı pür hun
Ektikleri dâne-i şerâre
Biçtikleri kalb-i pâre pâre
Sattıkları hep metâ’-ı candır
Aldıkları sûziş-î nihandır

gibi beyitleri, Aşk’ın Hüsn’e meylini,

Bedr ise muradı ben şeb olsam
Gerdûnı severse kevkeb olsam

beytiyle anlatışı, baharı, geceyi, kışı, atı, kılıcı tavsifi ve bütün bunlarda,  eski mazmunları yepyeni bir tarza döküşü,

Envâr ile lainat doldu
İşte o gece sabah oldu

*

Tek Hüsn için Aşk âh kılsın
Dünya yıkılırsa hâ yıkılsın

*

Yoksa bunu sen kolay mı sandın
Gam leşkerini alay mı sandın

gibi pek kolay söylenmiş olan,

Afveyleyelim ki belki bilmez
Bir sürçen atın başı kesilmez

*

Firkat gibi mevt ömre sürmez
Allah ne verir de kul götürmez

gibi atasözlerinden mülhem bulunan beyitleri,

Kımransa hevâya kalbolurdu
Mırlansa sadâya kalbolurdu

*

Irlardı cünun terânesinden
Leylî Mecnun hikayesinden

gibi halk konuşmasından örülmüş sözleri, hatta Boğaziçi’nde mehtabı, Sütlüce’den görünen “gümüş cedvel”i, Modaburnu ovasını şiire almak suretiyle  İstanbul’u aksettirmesi, gerçekten de Galib’in bu eserine eşsiz bir güzellik, bir  orijinallik vermiştir.

ABDULBAKİ GÖLPINARLI

MÜHR_İ SÜLEYMAN

Filed under: Divan edebiyatı — iedebiyat @ 11:44 am

Kanunî döneminin ünlü şairi Bakî Efendi’nin bir beyti vardır; der ki: “Mest olup uyurken öpmüş la’l-i cânânı rakîb
Ehremenler hâtemi almış Süleyman bîhaber”
Anlamı şöyle: Sevgili uyurken ifrit gelip dudağından buse çalmış. Yani ki devler mührü almışlar da Süleyman’ın haberi yok.

Beyitte geçen hâtem kelimesi Hz. Süleyman’ın mucizevî mührünü karşılamakta. Mâlum, Hz. Süleyman’ın yüzük olarak taşıdığı bir mührü vardı. Biri yukarıyı, diğeri aşağıyı işaret eden iki eşkenar üçgenin meydana getirdiği bir hexagram şeklinden ibaret bu mühür rivayete göre Allah’ın en büyük adını (İsm-i A’zam) temsil etmekteymiş. Hermetik gelenek buna makrokozmos gözüyle bakmış. Kadim Hind’de yaratıcı Vişnu üçgeni ile yok edici Şiva üçgeninin iç içe geçmiş hali imiş ve maddi alemin yaratılışı ile yok oluşuna işaret edermiş. İslam öncesi doğu kültürlerinde aynı hexagram, madde ile mânâ, iyi ile kötü, güzel ile çirkin, Tanrı ve kaos, derun ve masiva, kadın ve erkek vb. zıtlıklara işarette bulunmuş.

Mühr-i Süleyman’ın üzerindeki altı kollu yıldız motifinin daha tunç devrinden itibaren Ortadoğu coğrafyasında sıklıkla kullanıldığı arkeolojik kalıntılardan bilinmektedir. Keza Roma, İbrani, Asur, Bizans gibi eski medeniyetlerden kalan eserler üzerinde de göze çarpmaktadır. Eski Türklerin kullandığı on iki hayvanlı takvimde de bu yıldızı görürüz. Mitolojik zamanlardan itibaren bereket ve güç sembolü sayıldığı, pagan toplumlarda da kutsal kabul edildiği bilinmektedir. Ona her devirde atfedilen anlam da bu yüzden değişip durmuştur. Altı yön, matematikte ilk mükemmel sayı, dünyanın altı günde yaratılışı, bereket ve bolluğun özü vs. bunlardan. Şer güçlerden korunmak için tılsım oluşu ise pek yaygın.

Hıristiyan ve Yahudiler arasında mühr-i Süleyman’a “Davud Yıldızı” denilmektedir. Onlar altıgen mührün üzerindeki yıldızın her bir köşesinde sıra ile İbrahim, İshak, Yakup, Musa, Harun ve Davud isimlerinin yazılı olduğuna inanırlar. Bugünkü İsrail devletinin bayrağı üzerinde de hexagram bulunmasının sebebi budur.

Mühr-i Süleyman’ın önemi Yahudilerce bir amblem olarak kullanılmaya başladıktan sonra artmıştır. Mührün, İlahî himayeyi sembolize ettiğine inanan Yahudiler sonraki dönemlerde bu şekli sancak ve flamalara, muskalara nakşetmişler, büyücülük tılsımı olarak sıklıkla kullanmaya başlamışlar, zamanla ona kudsiyet atfedilmiş ve özellikle dinî ikbal uğrunda kullanmışlardır.

Mühr-i Süleyman, İslam tezyini sanatlarının metal, ahşap, mimari, dokuma gibi pek çok dalında da nakış amaçlı kullanılmıştır. Birinin tepesi diğerinin tabanına geçirilmiş iki eşkenar üçgenin figüratif birleşimindeki kontrast, özellikle yapı süslemelerinin göbek motifi olarak çok cazip görülmüştür. Mühr-i Süleyman’ın bulunduğu yere şeytanın giremediğine dair halk inancından dolayı da taş, ağaç, cam, kağıt vb. satıhlarda merkezî motif niyetine kullanılmıştır. Yine bu inanıştan dolayı cami, tekke vb. mekanların kubbe veya tavan nakışlarında yahut medhal sövelerinde mühr-i Süleyman desenleri bulunur. Anadolu Selçukluları, Artukoğulları ve İlhanlıların eserlerinde bilhassa kubbelerin kilit taşlarında sık rastlanır. Osmanlılarda ise başta hamam kubbe delikleri olmak üzere mezar taşları, cami tezyinatları, anıtlar ve kemer kilit taşlarıyla çini, seramik gibi mimariyi ilgilendiren hususlarda şeytanı uzaklaştırma amacıyla; mutfak eşyalarında, çeşmelerde, sebillerde zehirlenmeye karşı tılsım niyetine; serpuş, tolga vb. başlıklarda güç sembolü olarak; giyim eşyaları ve takılarda hırz ve vefk olsun diye kullanılmıştır. Nitekim Barbaros Hayreddin Paşa’nın, rüzgara hükmedebilmek maksadıyla sancağına mühr-i Süleyman motifi nakşettirmesi bu geleneğin bir neticesidir.

İmdi, bir beyit yüzünden bütün bunları söylememizin sebebi, toplumdaki insicam, aydınların ortak birikimleri; kültür-medeniyet malzemesinin sanatın hemen her dalıyla ilişkide olduğu gibi konularda ahkam kesmek değil; belki evrensel kültürün hemen her millet tarafından farklı biçimlerde paylaşıldığı gerçeğini vurgulamaktır. Bu arada bir şairin de söz konusu birikimden uzak kalması elbette düşünülemeyecektir. Nitekim Bakî’nin, ifritlerin (rakiplerin) çalmasına razı olmadığı mührü (dudağı), daha yüzlerce şair yüzyıllar içerisinde tekrar tekrar ifritlerden korumaya çalışacak ve mühr-i Süleyman hakkında efsaneler oluşacaktır.

ATEŞLER İÇİNDE

Filed under: Divan edebiyatı — iedebiyat @ 11:40 am

XVIII. yüzyılın ünlü şairi Şeyh Galib, belki de bütün divan şiiri macerası boyunca ateşten en çok bahseden ve aşkı bir ateş ile izaha çalışan yegane adamdır.

Bir yandan İstanbul ufuklarını yalayıp yok eden yangınlar görmüş, diğer yandan Mevlânâ’nın aşkı izah ederken özetle söylediği “Hamdım, piştim, yandım” vetiresinden ilham almış ve sonuçta tasavvufî düşüncelerini ateş ve yanma üzerine teksif ile söylediği beyitleri de alev alev tutuşturmuş, okuyucunun yüreğini de yakmıştır. Ünlü eseri Hüsn ü Aşk’ta Benî Mahabbet (Sevgioğulları) obasını tavsif ederken,

Giydikleri âfitâb-ı temmûz

İçtikleri şu’le-i cihân-sûz

Erzâkları belâ-yı nâgâh

Ateş yağar üstlerine her gâh

diyecek derecede ateş ile ünsiyet peyda etmiştir. Dediğine göre o kabilede herkes “Temmuz güneşini giyerler, cihanı yakan ateşi içerler. Erzakları apansız geliveren belalardan ibaret ve üzerlerine her an ateşler yağmakta…”

Galib Dede ve Efendim dediği Mevlânâ’ya göre neydeki yanık nağmeler aslında birer hava değil ateştir ve o ateşi tadmayanlar aşktan behremend olamazlar. Aşk ateşi, kalpte hararetin artmasıyla tutuşan ve insanın bütün benliğini yangınlara veren değerli bir varlıktır ve gönlünde bu ateşi taşımayanlar hiç yaşamamış sayılsalar yeridir. Nitekim tasavvufa göre insan ateşin sınavından geçerek arılık kazanır ve aslı nur olan melekler derecesine ancak ateşten sonra yükselir.

Ateş, evrenin kurucu unsurlarından (anasır-ı erbaa) biri, belki birincisidir. Toprak, hava ve su aslında ateşi de içeren, yahut ateş ile değişen ögelerdir. Bu yüzden tabiatta hızla değişen pek çok şey ateş kullanılarak dönüştürülür, yahut ateş ile terbiye edilir. Sanayide kağıttan kumaşa, çelikten kuartza kadar hemen her alanda ateş tam bir dönüştürücü ve terbiyeci olarak görülür. Havayı, suyu ve topraktaki maddeleri değiştiren de hep ateştir. Demiri işlemek de, yemeği pişirmek de ateş iledir.

Ateşin maddeleri ayrıştırması veya hall ü hamur etmesi özelliği onu yüksek mertebelere çıkarır. Nitekim insanın maddesi ile manasını da birbirinden ateştir ayıran. Yine ateştir ki insanı acılar, ayrılıklar ve azablarla harmanlayıp pişirebilir. Sonuçta kirlerinden arınan insan İlahi tecellilere hazır hale gelir. Bu hâlin devamında insan semenderleşir ve ateşte yanmaz olur, belki ateş onun için bir lezzete dönüşür. Değil mi ki bütün azabların sonunda lezzete çıkan bir kapı bulunur…

Ateş, şeytanın yaratıldığı madde olmak bakımından da insan nefsinin imrendiği bir varlıktır. O yüzdendir ki ham insan şeytanî konulara daha fazla meyleder, ama aşk ateşi ile yandıkça varlığındaki ateş ihtiyacını giderir ve Rahmanî’liğe yönelir, insan-ı kâmil olur. Bu bakımdan ateş mahremdir, kalbimizde yaşar. Gizlidir, çünkü maddenin içinde ya potansiyel olarak veya cevher olarak mevcuttur. Alevleriyle oynamak isteyenlerden mutlak itaat ister, yaktıkça acı verir ama sonuçta mürebbiyeliğini de icra eder. Allah’ın Celal ve Cemal sıfatları gibi.

Cehennemin ateş fikriyle izahı belki de ateşin temizleyiciliği üzerine bina edilmiş bir düşüncenin sonucudur. Mademki kirli olanlar cennete giremez, o halde Allah da kullarını kirlerinden arıtmak için cehennemi yaratmıştır. İbrahim’e karşı serin ve selamet olan (yani içinde yakmama vasfı da gizli olan) ateş, elbette O’nun emrine itaat için yakar ve bu yanış aşkın gereği bir yanış ise kişi dünyada cenneti yaşar. Çünkü ateşin yandığı yer gönüldür ve şamanın ateşe tutkusu da, zerdüştün ateşi kavramak isteyişi de aslında gönlü ele geçirme gayretinden öte değildir.

Gönül ki içinde ateş yanar, sakın onu avuç içi kadar yürek ile ölçüp bir kandil sanmayınız… Gönül ki bir ülkedir ve yangın bir uçtan bir uca bütün kentleri yalayıp yutmaktadır. İsterseniz bu yazıyı bir de ateş denizlerini gözünüzün önünden ayırmayarak okuyunuz; ta ki kendi yangınınızı ve ateşinizin cesametini görebilesiniz.

*** KIRK ÇEŞME

Kanunî Sultan Süleyman, şehri kavuran ateşlere bakıp da Kağıthane arkalarında gördüğü suları şehre getirtmek için Mimar Sinan’a sorduğunda Sinan usta,

– Çok pahalı bir iş hünkarım, ama iki yolu var, demişti. Ya halkı seferber edeceksiniz, ya da hazineden masrafı esirgemeyeceksiniz. Padişah masrafın ne kadar olduğunu sorunca da,

– Hünkarım, su on bir saatlik menzildedir, akçe keselerini uç uca dizerseniz şehre gelmesi mümkündür, cevabını verdi.

Kanuni bu cevabı abartılı bulmadı, bilakis gülümseyerek karşıladı:

– Hazinemden keseleri teker teker değil, çifter çifter dizeceğim, var işe başla.

Mimar Sinan, bu inşaatta tam dokuz yıl çalıştı ve yaptığı bendlerden şehirde tam kırk çeşmeden su akıttı.

***
BERCESTE

Gül âteş gülbün âteş gülşen âteş cûybâr âteş

Semender-tıynetân-ı aşka bestir lâlezâr ateş

Şeyh Galib

Gül de, gül fidanı da, gül bahçesi de ve hatta o bahçeden akan ırmak da ateş kesilmiş yanıyor. Aşkın semender yaratılışlı erleri (âşıklar) için, zaten ateş de bir lale bahçesi olarak yeter…
İSKENDER PALA

ŞAİRİN YALNIZLIĞI(İSKENDER PALA)

Filed under: Divan edebiyatı — iedebiyat @ 10:56 am

Şiirin ve şairlerin en önemli konularından biri yalnızlıktır. Hani gariplik, garip kalma, garip düşme mânâsına olan yalnızlık. Şiire de yakışan bir konudur ayrıca. Hele şair lirizme ve duygusallığa önem veriyor, edindiği yalnızlık tecrübelerini ilhamlarıyla birleştirerek zenginleştiriyorsa…

Yalnızlık çaresizlikle birleştiğinde asıl trajedi mısraları doğar ki artık oturup ağlayasınız gelir.

Divan şiirinde yalnızlık bir ayrılığın, bir terk edilmişliğin, felekten kaynaklanan bir zulmün sonucu olarak dillendirilir ve çoğunlukla şair bu kaderi yaşamak zorundadır.

Sevgilinin ayrılığını, firkatini, hicranını, hasretini çekmek değildir bu, bizatihi sevilenlerin tamamının, elbirliği edip şairi yalnız bırakması, danışıklı dövüş gibi ondan yüz çevirmesidir. Üstelik bunun sebebi şairin terk edilecek durumlara yahut ayıplanacak hallere düşmesi değil, tamamen dostların vefasızlığıdır.

İşte Fatih çağının ünlü şairi Necatî Bey’in feryadı: “Beni ağlan beni kim üstüme gelmez ölicek / Bir avuç toprağ atar bâd-ı sabâdan gayrı” Aşağı yukarı şöyle demek: “İnsanlar! Bana ağlayın bana ki öldüğüm vakit üstüme bir avuç toprak atmaya saba yelinden gayrı kimsecikler gelmez.”

Ölüm ki insanların en uzak tanıdıklarını bile başına getirir ve mevtanın başında son bir meclis kurdurtur; böylece ölene karşı son görev, dostluk görevi yerine getirilir. Ama gelin görün, şair, öldükten sonra kimsecikler başına toplanmayacak, hatta bir Allah kulu mezarını ziyaret etmeyecek, belki mezar toprağı bile kaybolup gidecek, adı sanı silinecek diye korkmakta, bu yüzden “bana ağlayın” feryadına tutunmaktadır. Bu derece yalnızlığın adı artık garipliktir. Bu Yunus hazretlerinin “Bir garip öldü diyeler / Üç günden sonra duyalar / Soğuk su ile yuyalar / Şöyle garip bencileyin” demesinden daha hazin bir durumdur.

Mezarını kapatmak için saba yelinden başka kimsesi olmayan bir gariplik, öylesine dehşetli bir yalnızlık. Hafazanallah ölüsü bir kıyıya atılıvermek gibi… Oysa şair bunları söylerken sözün mefhûm-ı muhâlifini kastederek dostlarının gelip mezarını ziyaret etmelerini, birkaç damla da olsa hasret gözyaşları dökmelerini ummakta, dahası sevgilinin gelip mezarı başında kendisini anacağının rüyalarını görmektedir. Galiba asıl şikayeti de bu umutlarının boşa çıkmasından, dost bildiklerinin kendisini terk etmesinden, sevgilinin insafı bırakmasından olsa gerek. Bu derece garipliğin bir benzerini Bağdat ikliminin yanık âşıkı, gönlü esmer acılarla dolu Fuzulî’de de görürüz. Muhtemelen Necatî Bey’e nazire olarak söylenen beyit şöyledir: “Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge / Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı” Şöyle demek: “Ne gönül ateşinden gayrı bir yananım, ne de saba yelinden başka kapımı bir açanım var!”

Fuzulî’nin garipliği, Necatî Bey’in acısının tersine henüz ölmeden gerçekleşmiş, felek ona garipliği daha bu dünyada göstermiştir. İnsanın en kötü zamanında bir yananı mutlaka bulunur. Annesi, kardeşi, can dostu falan… Ama gelin görün ki Fuzulî bütün bunları yitirmiş ve geriye yalnızca gönlünde yanan gam ateşi kalmıştır. Bu ateş, gönlünde aşk yüzünden yandığına göre bütün yitirdikleri de yine bu aşk yüzünden yitirilmiş olmalıdır. Yani onun trajedisi, aşka düştükten sonra terk edilmesi, yalnız bırakılması ve garip kalmasıdır. Fuzulî’ye bu mânâda güzel bir cevap, vaktiyle Kanunî’nin yakın koruma görevinde bulunan (peyk/solak), yeniçeri nesepli Aşkî’den gelir. Onunki de tamamen iyi gün dostlarından şikayettir.

Varlıklı ve itibarlı bir ömrün ahirinde, elden ayaktan düşüp de fakirlik gelip çatınca, çevresindeki insanların birer birer dağılışlarını görerek kahrolmak, nihayet genç eşinin de kendisini terk edip gidişine içerleyerek yalnızlaşmak, İstanbul’a hayli uzak bir yerde, yol iz olmayan Rumelihisarı’nda babadan kalma bir kulübeciğe sığınmak ve sonunda şöylece feryad etmek… Tam bir yürek yarası: “Taşradan kimse gelür deyu sevinir canım / Uğrasa bir sek-i âvâre gelip meskenime” “Eğer bir gün, başıboş dolaşan bir köpek, kazara kapıma uğrasa, dışarıdan birisi beni ziyarete, hal hatır sormaya geldi diye canım sevinmeye başlar.”

Allah kimseye vermesin!..

Hayalci Hafız

III. Sultan Selim döneminin ünlü hayalcisi Kasımpaşalı Hafız, bir akşam sultan huzurunda Karagöz oynatıyordu. Oyunda Hacivat esirci olmuş, köleler ve cariyeler satıyordu. Herkesin dikkatle oyunu izlediği bir sırada Karagöz kölelerden birine adıyla seslendi: “Seliiim!” Padişah da şaka olsun diye “Lebbeyk, buradayım!” diyerek oyuna katıldı. Kasımpaşalı Hafız, sultanın sesini duyunca büyük bir hata yaptığını düşündü ve oyunun senaryosunu değiştirip birkaç dakika içinde Hacivat’ı konuşturdu:

-Karagöz’üm! Huzûr-ı şâhânede bir sürç-i lisan ettin ki ne tamiri ne de affı kâbildir. Belki tevbekâr olup hacca gidesin… Artık sana hayal oynatmak gerekmez.

Kasımpaşalı Hafız cümlesi bitince perdenin arkasındaki muma üfleyiverdi. Ve tabii Sultan Selim’in ısrarlarına rağmen bir daha asla Karagöz oynatmadı.

BERCESTE

İnsanoğlu hîlebazdır kimse bilmez fendini

Her kime iylik edersen sakla ondan kendini

Laedrî

WordPress.com'da Blog Oluşturun.